"Sekiz olur dokuz olur,
Kengel sütü sakız olur"
Everekli Aşık Seyrani’nin bu dizeleri, beni Aladağların eteklerindeki çocukluğuma götürür her seferinde. Kenger sakızı, hem o günlerin vazgeçilmez tadı hem de bir nevi sabırla kazanılmış bir ödülüydü. Çocukluğumuzun en saf, en neşeli yıllarında, dağların gölgesinde geçen o günler, bir masal gibi gelir şimdi aklıma.
Aladağlar, göğe uzanan zirveleriyle ufkumuzu süslerdi. Dağın her taşında, her patikasında ayrı bir hikâye gizliydi. Bahar geldiğinde, bu heybetli dağın etekleri zümrüt gibi yeşillenir, her yanından yaşam fışkırırdı. Dağın sessizliği bir yandan huzur verir, bir yandan da içinde sakladığı türlü güzelliklerle bizi çağırırdı.
Sakız kanatmak, işte böyle bir güzellik çağrısıydı bizim için. Ellerimizde çakı, sabahın serinliğinde yola koyulurduk. Kenger otunu bulmak, bir hazinenin izini sürmek gibiydi. O dikeni andıran otlar arasında doğru olanını ayırt etmek maharet isterdi. Bulduğumuzda çevresini açar, kök kısmına yakın bir yerden keser, süt beyaz sıvısını temiz bir taşın üzerine akıtırdık. O anın heyecanı, bize bütün yorgunluğumuzu unuttururdu.
Fakat sakız kanatmak sadece bir görev değildi. O bir oyun, bir macera, bir keşifti. Tepeler boyunca birbirimizle yarışır, kim daha çok sakız bitkisi bulacak diye yarışırdık. Ama işaretlediğimiz yerleri unutmamak için minicik taş kuleler yapmayı da ihmal etmezdik. Sakız bitkilerini işaretleyip ertesi gün onları toplamaya gitmek bile başlı başına bir oyundu bizim için.
Sakız toplamanın ardından köy meydanında toplanırdık. Çeşmenin başına oturup sakızları temizler, ardından çiğnemeye başlardık. İlk çiğneme her zaman zordu: sert ve acı bir tat, çenemizi ağrıtacak kadar güçlü bir dirençle karşılar bizi. Ama yılmazdık. Çünkü bilirdik ki sabrın sonunda o sakız yumuşayacak ve ağzımızda eşsiz bir lezzet bırakacaktı.
Sakız kanatma, çocukluğun en büyük eğlencelerinden biriydi ama oyunlarımız bununla sınırlı kalmazdı. Senirler, köy meydanı, bahçeler… Her yer bizim oyun alanımızdı. Mucuk oynardık mesela; taşları üst üste dizerdik, sonra çelik deynek oynardık.
Kovalamaç ise bir başka heyecanımızdı. Sakız peşinde koşturduğumuz kadar bir de birbirimizin peşinde koşardık. Hızlı koşanlar, saklanacak iyi yer bulanlar hep avantajlıydı. Sanki bir oyundan ziyade, hayatın kendisi gibiydi bu oyunlar.
O günleri düşündüğümde, Biz, bu dağların eteğinde büyüyen çocuklar, her dikenin arasında saklı bir macera, her taşın ardında bir oyun bulurduk.
Bugün düşünüyorum da, bu kadar basit şeylerden böylesine büyük mutluluklar çıkarabilmek ne büyük bir zenginlikmiş.
Eğer bir gün Aladağların eteklerine yeniden sakız kanatmaya gidecek olsam, çocukken oynadığım oyunlarını da beraberimde götürürüm.